26 Mayıs 2013 Pazar
24 Mayıs 2013 Cuma
Türkiye'de Sara Bayram'dan sonra en iyi tarihcinin yaşamından;
1947 senesinde Avusturya'da doğdu. 2 yașındayken ailesiyle birlikte Türkiye'ye göç etti. İlk ve orta öğrenimini İstanbul Avusturya Lisesi'nde tamamladı. 1965 yılında Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun oldu.1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni ve Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin tarih bölümünü bitirdi. Viyana Üniversitesi Slavistik ve Orientalistik Bölümü'nde öğrenim gördü.
Yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi'nde Prof. Dr. Halil İnalcık ile yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde "Tanzimat Sonrası Mahallî İdareler" adlı tezi ile 1974 yılında doktor, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfûzu" adlı çalışmasıyla 1979'da doçent oldu. 1982 yılında devletin akademik politikalarına tepki olarak görevinden istifa etti. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus üniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yaptı, buralarda seminerler ve konferanslar verdi. 1989'da Türkiye'ye dönerek profesör oldu ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde İdare Tarihi Bilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. Yerli ve yabancı bilimsel dergilerde 16. ile 19. yüzyıllar arası Osmanlı tarihi ve Rus tarihi ile ilgili makaleleri yayınlandı. 2002 yılında Galatasaray Üniversitesi'ne, iki yıl sonra ise Bilkent Üniversitesi'ne konuk öğretim üyesi olarak geçti. Şu anda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Türk Hukuk Tarihi derslerini vermektedir. Galatasaray Üniversitesi Senato üyesidir.Ayrıca İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı Kapadokya Meslek Yüksekokulu Mütevelli Heyeti üyesidir.
2005 yılında Topkapı Sarayı Müzesi başkanı oldu. 7 yıl bu görevde kalan İlber Ortaylı 2012 yılında yaş haddinden emekli oldu ve görevi Ayasofya Müzesi başkanı Haluk Dursun'a devretti.
Eserlerinden birkaçı;
Yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi'nde Prof. Dr. Halil İnalcık ile yaptı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde "Tanzimat Sonrası Mahallî İdareler" adlı tezi ile 1974 yılında doktor, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfûzu" adlı çalışmasıyla 1979'da doçent oldu. 1982 yılında devletin akademik politikalarına tepki olarak görevinden istifa etti. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus üniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yaptı, buralarda seminerler ve konferanslar verdi. 1989'da Türkiye'ye dönerek profesör oldu ve 1989-2002 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde İdare Tarihi Bilim Dalı Başkanı olarak görev yaptı. Yerli ve yabancı bilimsel dergilerde 16. ile 19. yüzyıllar arası Osmanlı tarihi ve Rus tarihi ile ilgili makaleleri yayınlandı. 2002 yılında Galatasaray Üniversitesi'ne, iki yıl sonra ise Bilkent Üniversitesi'ne konuk öğretim üyesi olarak geçti. Şu anda Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Türk Hukuk Tarihi derslerini vermektedir. Galatasaray Üniversitesi Senato üyesidir.Ayrıca İlke Eğitim ve Sağlık Vakfı Kapadokya Meslek Yüksekokulu Mütevelli Heyeti üyesidir.
2005 yılında Topkapı Sarayı Müzesi başkanı oldu. 7 yıl bu görevde kalan İlber Ortaylı 2012 yılında yaş haddinden emekli oldu ve görevi Ayasofya Müzesi başkanı Haluk Dursun'a devretti.
Eserlerinden birkaçı;
- Tanzimat'tan Sonra Mahalli İdareler (1974)
- Türkiye'de Belediyeciliğin Evrimi (İlhan Tekeli ile birlikte, 1978)
- Türkiye İdare Tarihi (1979)
- Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu (1980)
- Gelenekten Geleceğe (1982)
- İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı (1983)
- Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Yerel Yönetim Geleneği (1985)
- İstanbul'dan Sayfalar (1986)
- Studies on Ottoman Transformation (1994)
- Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti'nde Kadı (1994)
- Türkiye İdare Tarihine Giriş (1996)
- Osmanlı Aile Yapısı (2000)
- Tarihin Sınırlarına Yolculuk (2001)
- Osmanlı İmparatorluğu'nda İktisadi ve Sosyal Değişim (2001)
- Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiyesi'ne (Taha Akyol ile birlikte, 2002)
- Osmanlı Barışı (2004)
Film-Her Çocuk Özeldir
Bir Hint Filmi olan Her Çocuk Özeldir ' i izlemenizi tavsiye ediyorum arkadaşlar izleyenler varsa derste söylesinler lüften üzerinde konuşalım
Lokman Hekim
Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah,
dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı
olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri... Şaşkınlıkla yüzüne bakarken
Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki,
şöyle çıkışmış:
– Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun?
Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı ?
dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı
olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri... Şaşkınlıkla yüzüne bakarken
Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki,
şöyle çıkışmış:
– Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun?
Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı ?
Atatürk'ün Milliyetçilik İlkesi ile ilgili bazı sözleri:
Atatürk'ün Milliyetçilik İlkesi ile ilgili sözleri:
- Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk Milleti denir. (1930)
- Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir soyun evlâtları ve hep aynı cevherin damarlarıdır. (1932)
- Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. (1923)
- Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. (1923)
- Ne mutlu Türk'üm diyene.. (1933)
-Türklerin vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri düşmanların mel'un ihtiraslarına karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir. (1921)
-Yurt toprağı! Sana herşey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen Türk milletini ebedî hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster. (1930)
-Bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir. (1920)
Dipnot : Bu muhteşem bir dehanın eseri 8 sözde 11 kere " TÜRK " kelimesi kullanılmıştır . Soyumuzun birliğini Ata'mız 2. sözde vurgulamış , bu soy TÜRK soyu değil midir ? Öyleyse bu şanlı ırkın şanlı ismini Lugattan çıkarmak niyedir ? Tartışılır .
- Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk Milleti denir. (1930)
- Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir soyun evlâtları ve hep aynı cevherin damarlarıdır. (1932)
- Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. (1923)
- Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. (1923)
- Ne mutlu Türk'üm diyene.. (1933)
-Türklerin vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri düşmanların mel'un ihtiraslarına karşı daima demirden bir duvar gibi yükselecektir. (1921)
-Yurt toprağı! Sana herşey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen Türk milletini ebedî hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster. (1930)
-Bize milliyetçi derler. Ama biz öyle milliyetçileriz ki bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların milliyetlerinin bütün icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde hodbince ve mağrurca bir milliyetçilik değildir. (1920)
Dipnot : Bu muhteşem bir dehanın eseri 8 sözde 11 kere " TÜRK " kelimesi kullanılmıştır . Soyumuzun birliğini Ata'mız 2. sözde vurgulamış , bu soy TÜRK soyu değil midir ? Öyleyse bu şanlı ırkın şanlı ismini Lugattan çıkarmak niyedir ? Tartışılır .
Aziziye Camii
Aziziye Camisi
Ozan Arif - Ey Türk Genci Şiiri
|
Tarihte Bilinmeyen Küçük ve İlginç Olaylar
- Eski zamanlarda Fatih ve Bayezid Camilerinin avlusunda sergi kurulur ve bu avlular yiyecek v.s. satan küçük dükkanlarlar dolardı.
- Topkapı Sarayı bu ismini Eski Sarayın sahilindeki toplu kapısından almıştır. Bu sarayın, Fatih zamanındaki adı Yeni Saray idi.
- Çadıri Osmanlıların ilk hanesi, ilk sarayı, ilk taht evidir. Osmanlı sarayı, pek muhteşem ve öok odalı idi. Hele havaya dayanıklılığı ve ihtişamı pek meşhurdu.
- II. Sğleyman kadınlarla meşgul olmazdı. Saraylılar harem ağalarıyla rezalete başladılar. Bu yüzden hizmeti olmayan ağaların içeri girmesi men edildi.
- Sultan Orhan zamanında Bizans'ta taht kavgaları oluyordu. Kantakuzinus'un yardımına giden Türkler, Bizans'ta büyük bir itibar kazanmışlardı. Saraya serbestçe girip çıkabiliyor, Bizanslılara hakim sıfatını takınıyorlardı.
- Osmanlı şehzadeleri babaları ile beraber harbe giderlerse ihtiyat kuvvetlerini kumanda ederlerdi.
- Osmanlılarda, yeniçerilere silah yapan ve tedarik eden ve bunları nakil vasıtasıyla orduya yetiştiren askeri sınıfa "cebeci" denirdi.
- Eski İstanbul sandal ve kayıklarının cidden nefis biçimli birçok nevileri vardı. Hele "Hanım İğnesi" denen ince uzun kayıkları birer sanat bediası idi.
- Osmanlıların kemal devrinde şehzadeler sancaklara gönderilerek oraların başında yetirştirilir ve divana da riyaset ettirilirdi. Eğer şehzadeler pek gençse bu divana onların mürebbileri olan lalaları vekaleten riyaset ederdi.
- Kanuni, Cerbe zaferinden dönen Piyale Paşa kumandasındaki donanmanın muhteşem alayını Yalı Köşkünden seyrederken, yanındaki Avusturya sefirine şöyle demişti: "İnsan bütün bu muzafferiyetlerin Allah'ın inayetiyle kazanıldığını düşünmeli de asla gurura kapılmamalı."
- Osmanlılar, Venediklilerle İspanyollar gibi gemilerini çektirmek için "forsa" denilen ve gemilere zincirle çakılı esirler kullanırlardı. Bunlar daha ziyade, Karadeniz sahillerini vururken tutulan Dinyeper Kazakları ile Akdeniz korsanları idi. Kürek cezası bu adetten kalmadır.
- Mürevvih İbni Batuta, Orhan Gazi zamanındaki Tütk kadınlarından bahsederken şöyle demektedir: " Türk kadınları yüzlerini örtmezler. Erkekleri onlara hürmet gösterir ki, görenler onların hüddamı sanır."
- Türk ünlülerinin hayatlarını anlatan "Sicilli Osmani" yazarı Süreyya Bey, ömrünü kitaplıklarda ve mezarlıklarda dolaşarak not almakla geçirmiştir. Torbalara attığı bu dağınık kağıt parçacıklarından büyük eserini ortaya koyduğu zaman herkes hayret etmiştir.
- Padişahların mutlak vekaletlerine delalet eden "möhri hümayun" geleneği Abbasi halifeleri zamanından kalmadır. Önceleri möhri hümaun yüzükte olup sadrazamlar parmaklarına takarlardı. Sonraları inci zincire bağlı altın keseler içinde boyunlara takılıp cepte taşımak adet olmuştu. Sadrıazamlar, mührü yatakta bile yanlarından ayırmazlardı. Hatta Ali Paşa hamama giderken bile yanında bulundururmuş.
- Sokollu Mehmet Paşa'nın oğlu Hasan Paşa, Osmanlı tarihinin kaydettiği en zengin vezirlerden bir arşı milyarder idi. 1601'de Diyarbekir'den gelirken Tokat civarında ağırlığı ünlü eşkıyalardan Deli Hasan tarafından basıldı. Hazinesi yağma edildi. Öyle ki, çete efradı kıymetli kumaşları arşınlayarak ve mücevherleri kalkanlarıyla ölçerek paylaştılar. Paşa'nın "cennet bağı" adını verdiği altın kaplama ve murassa taht gibi bir sediri vardı. Onun da altın mücevherli çiçeklerini bozarak yağma ettiler.
- Evliya Çelebi'ye göre; Süleymaniye Camisi yapılırken İran Şahı, Kanuni'ye, parası yetmezse satıp tamamlasın diye, bir çekmece elmaz yollamış. Padişah ise o elmasları küçük minarelerden sağdakinin taşları arasına koydurtmuş. BUna da cevahir minaresi denmiştir.
- At kestanesi ağaçları Fransa'ya 1615'te İstanbul'dan götürülmüştür. Paris bulvarları bunlarla süslüdür.
- Üniversite kütüpanesinde bulunan Fatma Sultan'ın murassa ciltli Kur'an'ının sayfaları gümüştendir.
- 19. y.y. başlarında İstanbul kibar gençleri başlarına üç arşın şal sararlar, fakat göğüs, kol ve bacaklar açık, çıplak gezer, ayaklarına da yalnız altı bulunan kırmızı yemeni giyerlerdi.
- Sokollu'nun, şehit edildiği zamanki kanlı gömleğini ailesi iki buçuk asır sakladı. Her sene mevlüdü okunup ziyaret edildi. Sonra Karaağaç'taki yalılarıyla birlikte andı.
- Pehlivan Kara Ahmet, Yeşiltulumbada bir kahvede ansızın ölmüştü. Ölürken sarıldığı demir parmaklığın dokuz çubuğu birbirine geçmiştir.
- İlk satın aldığımız buharlı geminin adı "Svift" idi. Bu zat, "Gülliver Seyahatnameleri"nde yazan meşhur İngiliz muharrirdir.
Cengiz Han'ın ELÇİLERİ
Şah Alaaddin Muhammed ve Cengiz Han
13. Yüzyıl Harzem İmparatorluğu
13. yüzyılda Harzem İmparatorluğu dünyanın en zengin ülkesiydi. Bugünkü İran, Pakistan, Afganistan ve Orta Asya'nın büyük bir bölümü bu imparatorluğun sınırları içindeydi. Şah Alaaddin Muhammed bu büyüklüğün çeşitli sorunları da beraberinde getireceğini biliyordu.
İpek Yolu önemli bir gelir kaynağıydı. Çin, Hindistan, Ortadoğu, Doğu Rusya ve hatta Batı Avrupa'dan tüccarlar ticaret merkezleri olan Merv, Buhara ve Semerkand'da bir araya geliyordu. Semerkand'ın nüfusunun yarım milyondan daha fazla olduğu söyleniyordu ki, o zamanlar Paris ve Londra'nın nüfusları taş çatlasa otuz-kırk bindi. Dünyanın bu uzak köşesinde geniş zevk bahçeleri vardı. Egzotik meyve ağaçları, şırıl şırıl akan çeşmeler eşliğinde dünyanın dört bir yanından gelen asiller hayatın tadını çıkarıyordu.
Aynı zamanda entelektüel bir merkezdi bu imparatorluk. Her büyük şehirde üniversiteler, kütüphaneler olması Şahın imparatorluğunu İslam dünyasının sanat, şiir ve bilgi merkezi haline getirmişti. Aynı zamanda bolluk İçinde olması da buna etkendi. Bir dizi başarılı savaş sonucunda imparatorluk her yönde genişlemiş ve Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkeler Haçlı Seferlerine bile ancak elli bin kişilik bir ordu gönderebilirken, Harzem İmparatorluğunun tümü zırhlı ve tam donanımlı beş yüz bin askeri vardı. Hiçbir devlet Harzem İmparatorluğu'nu kızdırmaya cesaret edemiyordu.
Ancak Şah kötü haberler almıştı. Pek ciddi bir şey değildi ama can sıkıcıydı. Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Üç bin kilometre kadar doğuda yeni bir güç doğuyordu. Ne oldukları belli olmayan, çadırlarda yaşayan, göçmen bir krallık. 1206 yılında bu barbarlar, adı Kralların Kralı ya da Savaşın Kusursuz İmparatoru anlamına gelen Cengiz Han'ın yönetimi altında toplandı. Cengiz Han Çin Seddi'nin ardına geçmeyi başarmış ve kuzeydeki Çin şehirlerini ele geçirmişti.
Bir Tatar hükümdarı olan Kuşluk, Harzem İmparatorluğu'na komşu olan Karakitai'de (bugünkü batı Çin) bu yeni kağana karşı isyan etme cesaretini gösterdi. Bütün büyük hükümdarların yapacağı gibi Harzem Şahı da bu isyana gizliden gizliye destek verdi. Böylece barbar devletini parçalayabileceği. Eğer bu Kuşluk denen adam fazla güçlenirse desteğini Cengiz Han'dan yana çeviriverirdi.
Ama Cengiz Han sadece yirmi bin adamdan oluşan iki tümen asker gönderdiğinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğuna anlamalıydı. Bu adamlar Cengiz'in en iyi komutanlarından Çepe'nin kumandasındaydı. Çepe dağlardaki isyanı bastırmakla görevliydi ve altı yıl süren bir çarpışma sonucunda isyanı bastırdı.
Cengiz'in askerleri ilerlemiş ve imparatorluğun doğu sınırının çok küçük bir bölgesini kontrol altına almışlardı. Bu işgal için mantıklı bir rota değildi çünkü o tarafta Pamir Dağları vardı. Bu dağların yüksekliği zaman zaman yedi bin metreye kadar çıkıyordu.
Ticaret her zamanki gibi devam etti. Dünyanın her yanından kervanlar geliyor, vergilerini ödüyorlar ve şehirlerdeki öteki tüccarlarla alışveriş yapıyorlardı. Bu yeni hükümdarın elçileri zaman zaman Şaha gelir, dostluk belirtisi olarak ufak tefek hediyeler verirdi. Karşılığında da aynı şekilde hediyeler giderdi. Ama rahatsız edici bir şeyler olmaya başlamıştı.
Barbar Moğollar da kervanlarla gelmeye başlamıştı. Kendilerine tüccar diyorlardı ancak sadece Çin'den bozulmuş artık şeyler getiriyorlardı. Şahın ajanları durumun farkındaydı ve hiç hoşlarına gitmiyordu. Bu tüccarların aslında ajanlar olduğu ve surların ne kadar güçlü olduğuyla ilgili notlar aldıkları, askerlerin nerelerde durdukları ve surların üzerinde ne kadar mancınık yer aldığı gibi bilgileri ele geçirdikleri ortaya çıktı.
Aynı zamanda Cengiz Han'ın ordularının ne kadar güçlü olduğu dedikodusunu halk arasında yayıyorlar ve Harzem İmparatorluğu halkını korkutuyorlardı. Tarih boyunca bu taktik hep kullanılmıştır. Rapor hazırlamaya gelen tüccarlar, rakibin savunma hattını öğrenip bilgileri hemen geri ulaştıran diplomatlar ve ailelerin resimlerini köprünün, savunma birliklerinin Önünde çeken turistler. Bu işin türlü türlü yolları vardır. Bu üçüncü sınıf barbarların gönderdikleri ajanlar yakalanıp, mallarına el kondu ve apar topar dışarı atıldı. Barbarlar için iyi bir uyarı yapılmıştı.
Aylar geçti ve Şah seçeneklerinin neler olduğuna baktı. Moğollar binlerce kilometre uzaktaydı ve Çin ile olan savaşlarına dalmıştı. Casusların gönderilmesine tepki gösterecek olsalar bile ordularını Sibirya'nın geniş bozkırlarından geçirip ulaşmaları en az altı ay alırdı. Harzem İmparatorluğu'nun sınırına geldiklerinde ise karşılarında beş yüz bin Harzem askerini bulacaklardı. Öylece mide bulandıran sinek öldürülmüş, Şahın ünü dünyaya bir kez daha yayılmış olacaktı.
Cengiz Han'ın elçileri Şaha ulaştı. Dilleri ve tarzları İslam dünyasının elçilerinin dilleri kadar kibar değildi, ancak anlaşılmıştı ki durum Cengiz'in pek hoşuna gitmemişti. Cengiz, iyi niyetle Harzem İmparatorluğunun tüccarlarının kendi ülkesinde ticaret yapmasına izin verirken, kendi ülkesinin tüccarları Harzem şehirlerinde soyulup dışarı atılıyordu. Özür dilenmeli, tüccarların zararları karşılanmalı ve Moğol kervanına kötü davranan sorumlular cezalandırılmalıydı.
Bir ders vermenin tam zamanıydı ve Şah Muhammed'in bu dersi vermek için harika bir fikri vardı. Elçi olarak gelen Moğolların sakalları Şah ve yanındakilerin huzurunda yakıldı. Sakallar yanarken bayağı nahoş bir görüntünün ve aynı zamanda kokunun oluştuğu kesindir. Bazı kaynaklara göre ise sakalı yakıldıktan sonra Moğol elçisi öyle özensiz tıraş edilmiş ki az daha kafası kopuyormuş.
Her neyse, insan, acaba Şah neden böyle yaptı, demekten alamıyor kendisini. Casusları, Moğolların "modern" bir ordu tarafından kolaylıkla durdurulabilecek sıradan barbarlar olduğundan emin miydi acaba? Acaba kazanacağından emin olduğu bir savaş mı başlatmaya çalışıyordu? Tarihte resmi bir bildirim yapılmadan savaşa girişildiği olmuştur. Şahın uyguladığı taktik ise Cengiz'i öfkelendirecek kadar aşağılayıcıydı. Yoksa Şah sadece eğlenmek mi istemişti? Elçiler acı ve aşağılanma içinde çığlık atarken Şah ve beraberindekiler katıla katıla gülmüştü. Ardından da elçiler kapı dışarı edilmişlerdi.
Sonra fırtına başladı... Sen hem Moğol elçilerinin sakallarını yak, hem de bunun cezasız kalacağını düşün. Moğol geleneklerine göre taraflardan birinin öleceğinin bildirilmesiyle savaş başlar. Ölen tarafın kim olacağı ise bilinmez.
Yüz binden biraz daha fazla askerle Cengiz Han 1219'da Harzem İmparatorluğu'nun kalbine doğru büyük bir hızla ilerledi. Birkaç ay içinde şahın ordusu yenilmekle kalmadı, resmen telef edildi. Sonraki yıl, o muhteşem şehir Semerkand düştü, tüm nüfus kılıçtan geçirildi. Şaha Moğolların kendisi için bir "av partisi" düzenlediği haberi geldi. İki tümen uzman asker Şahı öldürüp Cengiz'e kafasını getirmek için harekete geçmişti.
Panik halindeki Şah kaçtı. Peşinde de Moğol generali Subutay yönetiminde yirmi bin asker vardı. Takip üç bin kilometre kadar sürdü. Sonunda Hazar Denizi'nde bir adaya kaçtı ve korkudan saçı sakalı beyazlamış şekilde öldüğü söylendi. Bazı tarihçiler Harzem İmparatorluğunu yıkan savaşın tarihin en ağır savaşı olduğunu söyler. Tüm nüfusun yüzde 75'i kılıçtan geçirilmiş, bütün şehirler dümdüz edilmişti. Sonuçta İslam'ın akademik kalbi artık atmayacaktı.
Cengiz, giriştiği savaşta şahın ordularının peşinden koşarken Hint Okyanusu kıyılarına kadar ulaştı. Subutay batıdaki ve kuzeydeki bilinmeyen ülkelere keşfe çıkmak için izin istedi. 1233 yılında geri çağrılana kadar Kafkasları geçecek, Rusya'nın verimli kara topraklarına ulaşacak ve en sonunda Dinyeper nehrinde duracaktı. Sahne elli yıl sonra Moğolların Rusya ve Doğu Avrupa'yı ele geçirmeye çalışmaları için uygun duruma getirilmişti.
Şah, birkaç sakal yakmanın cezasını tüm bir kıtanın yakılıp yıkılmasıyla ödedi.
13. Yüzyıl Harzem İmparatorluğu
13. yüzyılda Harzem İmparatorluğu dünyanın en zengin ülkesiydi. Bugünkü İran, Pakistan, Afganistan ve Orta Asya'nın büyük bir bölümü bu imparatorluğun sınırları içindeydi. Şah Alaaddin Muhammed bu büyüklüğün çeşitli sorunları da beraberinde getireceğini biliyordu.
İpek Yolu önemli bir gelir kaynağıydı. Çin, Hindistan, Ortadoğu, Doğu Rusya ve hatta Batı Avrupa'dan tüccarlar ticaret merkezleri olan Merv, Buhara ve Semerkand'da bir araya geliyordu. Semerkand'ın nüfusunun yarım milyondan daha fazla olduğu söyleniyordu ki, o zamanlar Paris ve Londra'nın nüfusları taş çatlasa otuz-kırk bindi. Dünyanın bu uzak köşesinde geniş zevk bahçeleri vardı. Egzotik meyve ağaçları, şırıl şırıl akan çeşmeler eşliğinde dünyanın dört bir yanından gelen asiller hayatın tadını çıkarıyordu.
Aynı zamanda entelektüel bir merkezdi bu imparatorluk. Her büyük şehirde üniversiteler, kütüphaneler olması Şahın imparatorluğunu İslam dünyasının sanat, şiir ve bilgi merkezi haline getirmişti. Aynı zamanda bolluk İçinde olması da buna etkendi. Bir dizi başarılı savaş sonucunda imparatorluk her yönde genişlemiş ve Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkeler Haçlı Seferlerine bile ancak elli bin kişilik bir ordu gönderebilirken, Harzem İmparatorluğunun tümü zırhlı ve tam donanımlı beş yüz bin askeri vardı. Hiçbir devlet Harzem İmparatorluğu'nu kızdırmaya cesaret edemiyordu.
Ancak Şah kötü haberler almıştı. Pek ciddi bir şey değildi ama can sıkıcıydı. Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Üç bin kilometre kadar doğuda yeni bir güç doğuyordu. Ne oldukları belli olmayan, çadırlarda yaşayan, göçmen bir krallık. 1206 yılında bu barbarlar, adı Kralların Kralı ya da Savaşın Kusursuz İmparatoru anlamına gelen Cengiz Han'ın yönetimi altında toplandı. Cengiz Han Çin Seddi'nin ardına geçmeyi başarmış ve kuzeydeki Çin şehirlerini ele geçirmişti.
Bir Tatar hükümdarı olan Kuşluk, Harzem İmparatorluğu'na komşu olan Karakitai'de (bugünkü batı Çin) bu yeni kağana karşı isyan etme cesaretini gösterdi. Bütün büyük hükümdarların yapacağı gibi Harzem Şahı da bu isyana gizliden gizliye destek verdi. Böylece barbar devletini parçalayabileceği. Eğer bu Kuşluk denen adam fazla güçlenirse desteğini Cengiz Han'dan yana çeviriverirdi.
Ama Cengiz Han sadece yirmi bin adamdan oluşan iki tümen asker gönderdiğinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğuna anlamalıydı. Bu adamlar Cengiz'in en iyi komutanlarından Çepe'nin kumandasındaydı. Çepe dağlardaki isyanı bastırmakla görevliydi ve altı yıl süren bir çarpışma sonucunda isyanı bastırdı.
Cengiz'in askerleri ilerlemiş ve imparatorluğun doğu sınırının çok küçük bir bölgesini kontrol altına almışlardı. Bu işgal için mantıklı bir rota değildi çünkü o tarafta Pamir Dağları vardı. Bu dağların yüksekliği zaman zaman yedi bin metreye kadar çıkıyordu.
Ticaret her zamanki gibi devam etti. Dünyanın her yanından kervanlar geliyor, vergilerini ödüyorlar ve şehirlerdeki öteki tüccarlarla alışveriş yapıyorlardı. Bu yeni hükümdarın elçileri zaman zaman Şaha gelir, dostluk belirtisi olarak ufak tefek hediyeler verirdi. Karşılığında da aynı şekilde hediyeler giderdi. Ama rahatsız edici bir şeyler olmaya başlamıştı.
Barbar Moğollar da kervanlarla gelmeye başlamıştı. Kendilerine tüccar diyorlardı ancak sadece Çin'den bozulmuş artık şeyler getiriyorlardı. Şahın ajanları durumun farkındaydı ve hiç hoşlarına gitmiyordu. Bu tüccarların aslında ajanlar olduğu ve surların ne kadar güçlü olduğuyla ilgili notlar aldıkları, askerlerin nerelerde durdukları ve surların üzerinde ne kadar mancınık yer aldığı gibi bilgileri ele geçirdikleri ortaya çıktı.
Aynı zamanda Cengiz Han'ın ordularının ne kadar güçlü olduğu dedikodusunu halk arasında yayıyorlar ve Harzem İmparatorluğu halkını korkutuyorlardı. Tarih boyunca bu taktik hep kullanılmıştır. Rapor hazırlamaya gelen tüccarlar, rakibin savunma hattını öğrenip bilgileri hemen geri ulaştıran diplomatlar ve ailelerin resimlerini köprünün, savunma birliklerinin Önünde çeken turistler. Bu işin türlü türlü yolları vardır. Bu üçüncü sınıf barbarların gönderdikleri ajanlar yakalanıp, mallarına el kondu ve apar topar dışarı atıldı. Barbarlar için iyi bir uyarı yapılmıştı.
Aylar geçti ve Şah seçeneklerinin neler olduğuna baktı. Moğollar binlerce kilometre uzaktaydı ve Çin ile olan savaşlarına dalmıştı. Casusların gönderilmesine tepki gösterecek olsalar bile ordularını Sibirya'nın geniş bozkırlarından geçirip ulaşmaları en az altı ay alırdı. Harzem İmparatorluğu'nun sınırına geldiklerinde ise karşılarında beş yüz bin Harzem askerini bulacaklardı. Öylece mide bulandıran sinek öldürülmüş, Şahın ünü dünyaya bir kez daha yayılmış olacaktı.
Cengiz Han'ın elçileri Şaha ulaştı. Dilleri ve tarzları İslam dünyasının elçilerinin dilleri kadar kibar değildi, ancak anlaşılmıştı ki durum Cengiz'in pek hoşuna gitmemişti. Cengiz, iyi niyetle Harzem İmparatorluğunun tüccarlarının kendi ülkesinde ticaret yapmasına izin verirken, kendi ülkesinin tüccarları Harzem şehirlerinde soyulup dışarı atılıyordu. Özür dilenmeli, tüccarların zararları karşılanmalı ve Moğol kervanına kötü davranan sorumlular cezalandırılmalıydı.
Bir ders vermenin tam zamanıydı ve Şah Muhammed'in bu dersi vermek için harika bir fikri vardı. Elçi olarak gelen Moğolların sakalları Şah ve yanındakilerin huzurunda yakıldı. Sakallar yanarken bayağı nahoş bir görüntünün ve aynı zamanda kokunun oluştuğu kesindir. Bazı kaynaklara göre ise sakalı yakıldıktan sonra Moğol elçisi öyle özensiz tıraş edilmiş ki az daha kafası kopuyormuş.
Her neyse, insan, acaba Şah neden böyle yaptı, demekten alamıyor kendisini. Casusları, Moğolların "modern" bir ordu tarafından kolaylıkla durdurulabilecek sıradan barbarlar olduğundan emin miydi acaba? Acaba kazanacağından emin olduğu bir savaş mı başlatmaya çalışıyordu? Tarihte resmi bir bildirim yapılmadan savaşa girişildiği olmuştur. Şahın uyguladığı taktik ise Cengiz'i öfkelendirecek kadar aşağılayıcıydı. Yoksa Şah sadece eğlenmek mi istemişti? Elçiler acı ve aşağılanma içinde çığlık atarken Şah ve beraberindekiler katıla katıla gülmüştü. Ardından da elçiler kapı dışarı edilmişlerdi.
Sonra fırtına başladı... Sen hem Moğol elçilerinin sakallarını yak, hem de bunun cezasız kalacağını düşün. Moğol geleneklerine göre taraflardan birinin öleceğinin bildirilmesiyle savaş başlar. Ölen tarafın kim olacağı ise bilinmez.
Yüz binden biraz daha fazla askerle Cengiz Han 1219'da Harzem İmparatorluğu'nun kalbine doğru büyük bir hızla ilerledi. Birkaç ay içinde şahın ordusu yenilmekle kalmadı, resmen telef edildi. Sonraki yıl, o muhteşem şehir Semerkand düştü, tüm nüfus kılıçtan geçirildi. Şaha Moğolların kendisi için bir "av partisi" düzenlediği haberi geldi. İki tümen uzman asker Şahı öldürüp Cengiz'e kafasını getirmek için harekete geçmişti.
Panik halindeki Şah kaçtı. Peşinde de Moğol generali Subutay yönetiminde yirmi bin asker vardı. Takip üç bin kilometre kadar sürdü. Sonunda Hazar Denizi'nde bir adaya kaçtı ve korkudan saçı sakalı beyazlamış şekilde öldüğü söylendi. Bazı tarihçiler Harzem İmparatorluğunu yıkan savaşın tarihin en ağır savaşı olduğunu söyler. Tüm nüfusun yüzde 75'i kılıçtan geçirilmiş, bütün şehirler dümdüz edilmişti. Sonuçta İslam'ın akademik kalbi artık atmayacaktı.
Cengiz, giriştiği savaşta şahın ordularının peşinden koşarken Hint Okyanusu kıyılarına kadar ulaştı. Subutay batıdaki ve kuzeydeki bilinmeyen ülkelere keşfe çıkmak için izin istedi. 1233 yılında geri çağrılana kadar Kafkasları geçecek, Rusya'nın verimli kara topraklarına ulaşacak ve en sonunda Dinyeper nehrinde duracaktı. Sahne elli yıl sonra Moğolların Rusya ve Doğu Avrupa'yı ele geçirmeye çalışmaları için uygun duruma getirilmişti.
Şah, birkaç sakal yakmanın cezasını tüm bir kıtanın yakılıp yıkılmasıyla ödedi.
Ahmet Şafak - Sarıkamış Kar Altında
60.000 Aslan yürekli Mehmetçiğin donarak can verdiği Sarıkamış Harekatı'na yapılmış en iyi türkü . Dinleyip duygulanmayan yoktur herhalde . Onlar vatanları uğruna donarak şehadet mertebesine yükseldiler , sizse sadece dinleyin ve onların ruhuna bir rahmet dolusu duanızı gönderin .
TRABZON-ATATÜRK KÖŞKÜ

Trabzon Atatürk Köşkü, Soğuksu semtinde küçük bir çam korusu içinde yer alır. Yirminci yüzyılın hemen başında yaptırılmış 1923'den sonra hazineye kalmıştır. Atatürk 1934 ve 1937 yıllarındaki Trabzon ziyaretlerinde, bu köşkte konuk edilmiştir. O'nun ölümünden sonra Trabzon belediyesi tarafından o dönemde kullanılan eşyalarla dekore edilerek "Atatürk Müzesi" olarak ziyarete açılmıştır.
ALİ RIZA EFENDİ’NİN HAYATI
Atatürk’ün babası Ali Rıza
Efendi, Selanik’te 1839 yılında doğdu. Selanik’te Abdi Hafız Mektebi’nde
okuduğunu ve Vakıflar İdaresi’nde “ikinci katip” olarak memuriyet yaptığını
bildiğimiz Ali Rıza Efendi, sonradan Rüsumat İdaresi’ne girmiş ve “Gümrük
Memurluğu” görevlerinde bulunmuştur. Ali Rıza Efendi’nin gümrük muhafaza
memurluğu görevi, Selanik yakınlarında, Olimpos Dağı eteklerinde bulunan
Katerin Kazası’na bağlı Papazköprüsü (Çayağzı)’nde idi. Selanik ile bütün
civarının ve hatta İstanbul’un odun ve odunkömürü ihtiyacını temin eden bu
bölgede bir kaç yıl görev yaptıktan sonra Rüsumat’tan da ayrılır. Ayrılmasında,
bu bölgede asayişin gittikçe bozulması ve Rum çetelerinin devamlı baskınlarla
huzuru bozmaları rol oynamıştır. O yıllarda yeni evli olan Ali Rıza Efendi,
eşini bu karışık ortamdan kurtarmak istemiştir. Onun buradaki görevinin
1870’lerden itibaren 1880-1881 yıllarına kadar devam ettiği biliniyor. Bu
tarihlere göre Ali Rıza Efendi, evlendiği tarihlerde ve Mustafa Kemal doğduğu
sıralarda Çayağzı’ndaki bu görevde idi. Nitekim, Zübeyde Hanım, Mustafa
Kemal’in doğduğu günlerden bahsederken, “O zamanlar Ali Rıza Efendi’nin
memuriyeti Selanik civarında Çayağzı’nda idi, bazı geceler eve gelmiyordu” der.
1935 yılında ele geçirilen ve
Ali Rıza Efendi’ye ait olduğu tespit edilen bir fotoğrafla ilgili olarak
yapılan araştırmalar sonucu, onun 1876-1877 yıllarında Selanik’teki “Asakir-i
Milliye Taburu”nda “Birinci Mülazım”, Üsteğmen rütbesiyle görev yaptığını
öğreniyoruz. Mensubu olduğu “Selanik Asakir-i Milliye Taburu” 1876 Osmanlı-Sırp
Savaşı’nın başladığı günlerde Şura-yı Devlet Başkanı olan Midhat Paşa’nın
teşebbüsleri ile kurulmuş “gönüllü taburlar”dan biridir. Halktan gönüllülerin
iştiraki ile orduya yardımcı olacak böyle bir kuvvetin teşkili fikrini ön safta
destekleyenler arasında Namık Kemal ile Ziya Paşa da vardır.
İlk hareket İstanbul’da
başladıktan sonra, Selanik’te memurlardan ve halktan yazılan gönüllüler “Millet
Askeri” adı altında bir tabur kurmak ve savaşa hazırlanabilmek için hükümetten
silah istemişlerdir. Başarılı bir eğitim yapan bu taburun İstanbul’a
getirilmesinin halkı teşvik edeceği düşünülmüş ve Ali Rıza Efendi’nin de
bulunduğu tabur, Orhaniye Zırhlısı ile 24 Aralık 1876’da payitahta varmıştır.
Büyük törenle karşılanan tabur, Midhat Paşa önünde resmi geçit yapmış ve Süleymaniye
Kışlası’nda misafir edilmiştir. Ali Rıza Efendi bu taburun ikinci bölüğünde
Üsteğmendir. Ali Rıza Efendi, Selanik Islahhane Mahallesi’nde, Emir Bostan’da
ve Numan Paşa Camii avlusunda “Asakir-i Milliye”ye askeri talimler
yaptırmıştır. Bu tabur sonradan II. Abdülhamit tarafından, daha 1877-1878
Osmanlı-Rus Harbi’nin sonucu alınmadan lağvedilmiştir.”
Ali Rıza Efendi, 1881’den
sonra Rüsumat İdaresi’ndeki görevinden ayrılır. Kereste ticaretine atılır.
Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve babasını tanıyan Kütahya Milletvekili Hacı
Mehmet Somer’in anlattığına göre, Ali Rıza Efendi’nin kereste ticaretine atılmasında,
Çayağzı’nda iken tanıştığı ve iyi paralar kazandıklarını gördüğü tüccarlar
etkili olmuştu. Elindeki bir miktar parayı koyarak ve Cafer Efendi ile ortaklık
kurarak ticaret hayatına atılan Ali Rıza Efendi, önceleri iyi para kazanıyordu.
Fakat sonradan işleri bozuldu. Buna sebep olan da yine haraç isteyen “Rum
eşkiyalar” idi. Hacı Mehmet Somer bu durumu şu şekilde anlatıyor:
“Ali Rıza Efendi kereste
ticaretine varını yoğunu vermişti. İlk zamanlarda büyük başarılar gösteren bu
teşebbüs, Katerin’in ezeli belası olan eşkiyaların hırslarını tahrik etti. Ali
Rıza Efendi’yi para göndermesi için tehdit ettiler. Şayet para göndermezse.
kerestelerini yakacaklarını bildirdiler. Bu sebeple orman mıntıkasına gitmek,
işlerini kontrol etmek mümkün olmuyordu. İşlenmiş keresteleri sahile nakletmeğe
korkuyordu. Çünkü bu keresteler eşkiyalar için rehine mahiyetinde idi. Nihayet
Ali Rıza Efendi’den ümit ettikleri para gelmeyince, bütün keresteleri yaktılar.
İşçileri de tehdit ettiler. İşçiler de dağılıp gittiler. Bunun üzerine Ali Rıza
Efendi, yangından mal kaçırır gibi, mümkün olabileni kurtarmaya çalıştı."
“Buradaki eşkiyaların hepsi
siyasi çetelerdi. 1298 (1883) tarihinde Teselya’nın Yunanistan’a
terkedilmesiyle, Yunan hududu Katerin Kazası’na ve Olimpos dağlarına dayanmakta
idi. Bütün mesele bundan ileri geliyordu. 1877 Rus harbinden sonra Makedonya
çetelerle dolmuş, artık buralardaki Türklere rahat kalmamıştı. Bu siyasi
çeteler yüzünden Ali Rıza Efendi’nin ticareti de bozuldu.”
Makbule Hanım da , babasının
işlerinin Rum eşkiyalann faaliyetleri sonucunda bozulduğundan bahsettikten
sonra, onun “tuz ticaretine başladığını ve mağazasında bulunan tuzların toptan
eridiğini, bu işten de ziyan gördüğünü, tekrar memuriyete geçmek istediğini,
bunda da muvaffak olamadığını” anlatır.
Memuriyetten ayrıldıktan
sonra giriştiği her ticari faaliyet bu şekilde başarısızlıkla sonuçlanan Ali
Rıza Efendi, bu olaylardan çok etkilenmiş ve büyük bir moral çöküntüsü içinde
hayata küsmüş ve ağır bir hastalığa yakalanmıştır. Zübeyde Hanım anılarında bu
gelişmeleri şöyle anlatmaktadır: “Merhumun, son günlerinde işinin fena
gitmesinden çok müteessir oldu. Kendisini salıverdi. Daha sonra da derviş
meşrep bir hal alarak eridi gitti. Kocamın hastalığı büyüdü, artık
yaşamazdı.”37 Makbule Hanım’ın ifadelerine göre Ali Rıza Efendi, “işlerinin
kötü gitmesinden çok müteessir oldu... Nihayet barsak veremine tutuldu. Üç sene
hastalık çektikten sonra vefat etti...”
Ali Rıza Efendi’nin ölüm
tarihi ile ilgili olarak değişik tarihler verilmektedir. Mustafa Kemal hatıralarında,
tarih vermeden, “...Şemsi Efendi Mektebi’ne kaydedildim. Az zaman sonra babam
vefat etti” demektedir. Kız kardeşi Makbule Hanım ise anılarında, kendisinin
doğduğu günlerde (1885), babasının hastalığının başladığını, işine gidemediğini
ve ilk yaşını doldurduğunda da hastalığın çok ağırlaştığını ve en küçük kız
kardeşi Naciye (doğumu: 1889) kırk günlük iken babasının vefat ettiğini
anlatır.
Bu durumda Ali Rıza
Efendi’nin ölümünün 1899 veya 1990’ın ilk aylarına rastlaması gerekir. Mustafa
Kemal de o sırada dokuzuncu yaşının içindedir. Ve Şemsi Efendi Okulu’nun üçüncü
sınıfındadır. Afet İnan, “Mustafa, daha ilkokul çağında babadan yetim
kalmıştır” derken; Ali Fuat Cebesoy da, “babası öldüğünde Mustafa Kemal’in 9-10
yaşlarında olduğunu” yazmaktadır.
Bütün bu anılardan elde
edilen bilgilere rağmen, Faik Reşit Unat, Ali Rıza Efendi’nin 28 Kasım 1893
tarihinde öldüğünü belirtmektedir. F.R. Unat, belgeyi yayınlamadan, bu tarih
ile ilgili olarak, Makbule Hanım’a ilk kocasından ayrıldıktan sonra babasından
aylık bağlanmasına ait dosyadaki belgeleri kaynak göstermektedir. Mustafa
Kemal’in Manastır Askeri Lisesi’ne girişi olan 13 Mart 1896 tarihinden geriye
doğru gelindiği zaman, Askeri Rüştiye, Mülkiye Rüştiyesi ve çiftlikte geçirdiği
yaklaşık dört buçuk aylık süre dikkate alınınca; Faik Reşit Unat’ın belirlediği
tarihin doğru olması ihtimali yüksektir. Bu nedenle, Ali Rıza Efendi’nin
ölümünü 1893 yılı kabul edersek, kendisi 54, babasının vefatında Mustafa Kemal
12 yaşında olmaktadır.
1 NİSAN ŞAKASININ TARİHÇESİ
İşte size 1 Nisan şakasının
tarihçesi:
15.
yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu İspanya daki Endülüs üslümanlarının son
kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da
etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun
komutanı değişik taktikler düşünmektedir.
En
sonunda 31 Mart gecesi kalenin önüne giderek bir elinde Kur an bir elinde
İncil; Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam
size bir şey yapmayacağım der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının
kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.
Ertesi
sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların
öldürülmesi için emir verir.
Bunun
üzerine Müslümanlar Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz... dediklerinde
Haçlı ordusu komutanı Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir
sözüm yoktur diye cevap verir ve BÜTÜN MÜSLÜMANLAR ORADA ŞEHİT EDİLİR.
İşte o
gün bugündür 1 Nisan Hristiyanlar arasında Hile Günü olarak kutlanmaktadır.
Maalesef
halkımız arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce Müslümanın katliam günü
olan 1 Nisan lar, bir şaka günü olarak kutlanmaktadır.
Nereden
geldiğini bilelim. Bilelim de ona göre kutlayalım...
KÜRŞAT DESTANI
Kürşad‚ Göktürk Hanedanı nın 10. büyük hakanı olan Çuluk Kağanın küçük
oğludur.
Çin sarayındaki esir Türk beyleri ve ileri gelenlerini kurtarmak için giriştiği baskın tarihe geçmiş bir olaydır Göktürk devleti bu çağda Çin´in egemenliği altındaydı Yüzbinlerce Türk Çin´in esiri durumundaydı. Bu durumun önüne geçmek için 39 Türk bir araya gelerek Kürşad etrafında plan hazırladılar. Ancsak hareket başarılı olursa kürşad siyasetten çekilecek; hükümdar olmayacaktı. Hareketin tamamen milli nitelikte olduğundan kimsenin şüphe etmemesi gerekiyordu. Bu Kürşad´ın kendi fikriydi. Kağan olmama fikrini kendisi söylemişti. Bunun üzerine Kürşad´ ın ağabeyinin oğlu kağanlık için seçildi.
Çin 50 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık devletiydi. 18. Tang hanedanı Li Şih-Min 40 yaşındaydı. 13 yıldan beri tahtta bulunuyordu.
Kürşad ve arkadaşlarının planı: Çin imparatoru esir edilerek Türk topraklarına kaçırılacak‚ sonra Çin egemenliğindeki Türk toprakları ve Çin sarayındaki Türk soyluları ile değiştirilecekti.
Çin imparatoru kılık değiştirerek her gece başkent Çangan´da dolaştığı Türkler tarafından haber alınmıştı. İmparatorun bir sokak baskınıyla esir edilmesi kolaydı. Ancak baskının kararlaştırıldığı gece fırtına ve sağnak yağmur patlak verdi‚ imparator saraydan çıkmadı. Kürşad geçikilirse harekatın duyulup esir Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu. Buna bağlı olarak‚ 39 arkadaşı ile Çin sarayını bastı. İsyancı 40 Türk kahramanı pek çok Çinli askeri öldürdü. Ancak sayı olarak başa çıkamayacakları için geri çekilmeye başladılar. Sağ kalan Türklerin arkasından giden Çin ordusu‚ fırtına ve sağnak yağış nedeniyle taşan Vey ırmağı kıyısında karşılaştılar. Burada son kalanlarda Çin askerleriyle savaşarak öldüler.
Çin ve Türk tarafının yıllarca unutmadığı ve konuştuğu bu olay‚ Çin kaynaklarına Kürşad olayı olarak geçti. Bu olaydan sonra Türk steplerinde bağımsızlık şuuru güçlendi. Sürekli olarak sonu başarısızlıkla sonuçlanan isyanlar ve baskınlar yapıldı. Bu isyandan 42 yıl sonra Türkler Kutluk Devleti´ni (2. Göktürk İmparatorluğu) kurarak bağımsızlıklarını tekrar kazandılar.
Kürşad ihtilali neticesinde başarısız olsa da‚ genel olarak Türk tarihinde bilinen ilk bağımsızlık hareketidir. Kürşad ve 39 arkadaşının‚ ölüm pahasına özgürlük için savaşması Türk Milliyetçiliği duygusunun sembollerinden olmuştur.
Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz
Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı'na
Halbuki yoldaşını bırakıp kaçanların
Değişilir topu da bir sokak kaltağına
Kürşat'ın narasıyla indik Tanrı Dağı'ndan
ruhumuzu kandırdık orhun'un kaynağından
Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur.
TÜRK' e kefen biçenin ölümü korkunç olur.
Delinse yer, çökse gök, yansa kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yürürüz yine yayan.
Moskoflardan, yankeden, masonlardan yılmayan
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.
Çin sarayındaki esir Türk beyleri ve ileri gelenlerini kurtarmak için giriştiği baskın tarihe geçmiş bir olaydır Göktürk devleti bu çağda Çin´in egemenliği altındaydı Yüzbinlerce Türk Çin´in esiri durumundaydı. Bu durumun önüne geçmek için 39 Türk bir araya gelerek Kürşad etrafında plan hazırladılar. Ancsak hareket başarılı olursa kürşad siyasetten çekilecek; hükümdar olmayacaktı. Hareketin tamamen milli nitelikte olduğundan kimsenin şüphe etmemesi gerekiyordu. Bu Kürşad´ın kendi fikriydi. Kağan olmama fikrini kendisi söylemişti. Bunun üzerine Kürşad´ ın ağabeyinin oğlu kağanlık için seçildi.
Çin 50 milyon nüfusu ile dünyanın en kalabalık devletiydi. 18. Tang hanedanı Li Şih-Min 40 yaşındaydı. 13 yıldan beri tahtta bulunuyordu.
Kürşad ve arkadaşlarının planı: Çin imparatoru esir edilerek Türk topraklarına kaçırılacak‚ sonra Çin egemenliğindeki Türk toprakları ve Çin sarayındaki Türk soyluları ile değiştirilecekti.
Çin imparatoru kılık değiştirerek her gece başkent Çangan´da dolaştığı Türkler tarafından haber alınmıştı. İmparatorun bir sokak baskınıyla esir edilmesi kolaydı. Ancak baskının kararlaştırıldığı gece fırtına ve sağnak yağmur patlak verdi‚ imparator saraydan çıkmadı. Kürşad geçikilirse harekatın duyulup esir Türklerin kılıçtan geçirilmesinden korktu. Buna bağlı olarak‚ 39 arkadaşı ile Çin sarayını bastı. İsyancı 40 Türk kahramanı pek çok Çinli askeri öldürdü. Ancak sayı olarak başa çıkamayacakları için geri çekilmeye başladılar. Sağ kalan Türklerin arkasından giden Çin ordusu‚ fırtına ve sağnak yağış nedeniyle taşan Vey ırmağı kıyısında karşılaştılar. Burada son kalanlarda Çin askerleriyle savaşarak öldüler.
Çin ve Türk tarafının yıllarca unutmadığı ve konuştuğu bu olay‚ Çin kaynaklarına Kürşad olayı olarak geçti. Bu olaydan sonra Türk steplerinde bağımsızlık şuuru güçlendi. Sürekli olarak sonu başarısızlıkla sonuçlanan isyanlar ve baskınlar yapıldı. Bu isyandan 42 yıl sonra Türkler Kutluk Devleti´ni (2. Göktürk İmparatorluğu) kurarak bağımsızlıklarını tekrar kazandılar.
Kürşad ihtilali neticesinde başarısız olsa da‚ genel olarak Türk tarihinde bilinen ilk bağımsızlık hareketidir. Kürşad ve 39 arkadaşının‚ ölüm pahasına özgürlük için savaşması Türk Milliyetçiliği duygusunun sembollerinden olmuştur.
Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz
Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı'na
Halbuki yoldaşını bırakıp kaçanların
Değişilir topu da bir sokak kaltağına
Kürşat'ın narasıyla indik Tanrı Dağı'ndan
ruhumuzu kandırdık orhun'un kaynağından
Bu kaynaktan içenin yürekleri tunç olur.
TÜRK' e kefen biçenin ölümü korkunç olur.
Delinse yer, çökse gök, yansa kül olsa dört yan
Yüce dileğe doğru yürürüz yine yayan.
Moskoflardan, yankeden, masonlardan yılmayan
Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz.
Fatih Sultan Mehmet'in Yazdığı Şiir
Gazel / Gider
Sâkiyâ mey sun ki bir gün lâlezâr elden gider
İrüşür fasl-ı hazan bâg ü bahâr elden gider
Her nice zühd ü salâha mail olur hâtırum
Gördügümce ol nigârı ihtiyar elden gider
Şöyle hâk oldum ki âh itmeğe havf eyler gönül
Lâ-cerem bâd-ı sabâ ile gubâr elden gider
Gırra olma dilber â hüsn ü cemâle kıl vefa
Baki kalmaz kimseye nakş ü nigâr elden gider
Yâr içün agyâr ile merdâne ceng itsem gerek
İt gibi murdar rakîb ölmezse yâr elden gider
Sâkiyâ mey sun ki bir gün lâlezâr elden gider
İrüşür fasl-ı hazan bâg ü bahâr elden gider
Her nice zühd ü salâha mail olur hâtırum
Gördügümce ol nigârı ihtiyar elden gider
Şöyle hâk oldum ki âh itmeğe havf eyler gönül
Lâ-cerem bâd-ı sabâ ile gubâr elden gider
Gırra olma dilber â hüsn ü cemâle kıl vefa
Baki kalmaz kimseye nakş ü nigâr elden gider
Yâr içün agyâr ile merdâne ceng itsem gerek
İt gibi murdar rakîb ölmezse yâr elden gider
İstanbul-Kız Kulesi
Kız Kulesi, hakkında çeşitli rivayetler anlatılan,
efsanelere konu olan, İstanbul Boğazı'nın Marmara Denizi'ne yakın kısmında,
Salacak açıklarında yer alan küçük adacık üzerinde inşa edilmiş yapıdır.
Üsküdar'ın sembolü haline gelen kule, Üsküdar’da Bizans devrinden
kalan tek eserdir. MÖ 24 yıllarına kadar uzanan tarihi bir geçmişe sahip olan
kule, Karadeniz’in Marmara ile birleştiği yerde küçük bir ada üzerinde
kurulmuştur. Bazı Avrupalı tarihçiler buraya Leander Kulesi derler. Kule
hakkında pek çok rivayetler bulunmaktadır. Evliya Çelebi kuleyi şöyle tarif
eder:
Deniz içinde karadan bir ok
atımı uzak, dört köşe, sanatkarane yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam
80 (seksen) arşındır. Sathı mesehası iki yüz adımdır. İki taraftan yerde kapısı
vardır.
Bugün görülen kulenin temelleri ve alt katın önemli
kısımları Fatih devri yapısıdır. Kulenin etrafındaki sahanlık geniş
kaplanmıştır. Üstündeki madalyon halindeki bir mermer levhada, kuleye şimdiki
şeklini veren Sultan II. Mahmut’un, Hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832
tarihli bir tuğrası vardır. Kulenin Eminönü tarafı daha genişçe olup burada bir
de sarnıç vardır.
İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu
ada Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak
kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan, savunma kalesine,
sürgün istasyonundan, karantina odasına kadar bir çok işlev yüklenmiştir. Asli
görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen
gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç
kaybetmemiştir.Geçmişten geleceğe en çok da düşlere yol göstermektedir Kız
Kulesi. Kız Kulesi 2000 yılında restore edilerek, artık çatal-bıçak seslerinin
duyulduğu bir mekân haline dönüştürülmüştür. Kız kulesine ulaşım Salacak ve
Ortaköy'den sandallarla yapılmaktadır.
Çok eski tarihi geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar,
Boğazdan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmıştır. Kule ile
Avrupa Yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu Yakası ile
Kız Kulesi arasından geçişine(o zamanlar gemi boyutları küçük olduğu için
geçebilmekteydi) izin verilmiştir. Bir süre sonra Kule, zinciri taşıyamamış ve
Avrupa Yakasına doğru yıkılmıştır. Kuleden suyun içine bakıldığında yıkıntıları
görülmektedir.
Antik Çağ'da Arkla(küçük kale) ve Damialis(dana yavrusu)
adları ile anılan kule, bir ara da "Tour de Leandros"(Leandros'un
kulesi) ismi ile ün yapmıştır. Şimdi ise Kız Kulesi ismi ile bütünleşmiş ve bu
ismi ile anılmaktadır.
ÇİN SEDDİ
Çin Seddi, Çin'in kuzeybatısı boyunca uzanır. Dünyanın en
uzun savunma duvarıdır. Kalıntıları Po Hay körfezinde deniz kıyısında başlar.
Pekin'in kuzeyinden geçerek batıya yönelir ve Huang-Ho nehrini ikiye bölerek
güneybatıya uzanır. Gobi Çölü'nün güneyinden batıya yönelerek devam eder.
Yapılış
Amacı
Çin'in Savaşan Beylikler döneminde (M.Ö.403 M.Ö.221), Çin
seddinin temeli 20'den fazla ayrı ayrı krallık tarafından atılmıştı. Chu, Qi,
Yan, Wei, Han, Zhao, Qin Krallıkları birbirinden korumak için sınırlarında ilk
setler inşa ettiler. Qin,Zhao,Yan kralıkları ise XiongNu, DongHu, LinHu,
Hiung-nu'ların saldırılarını durdurmak ve ülkenin kuzey sınırlarını koruma
amacıyla da inşa ettiler. Çin'in ilk İmparatoru Qin Shi Huang, burayı boydan
boya aşılmaz bir savunma duvarıyla kapatmaya karar verdi. Bu devasa inşaata
girişmekteki amacı konusunda tarihçiler farklı görüşler öne sürmüşlerdir.
Bunlardan bazıları:
Ülkenin sınırlarını başta Hiung-nu olmak üzere kuzeyden
Çin'e karşı Türk boylarının saldırısına karşı savunmak.
Uzun savaşlar sonunda yıktığı beyliklerin esir düşen
yöneticilerini sürgün ve ağır işe sürerek cezalandırmak.
Ülkeden kaçışları önlemek.
Ülkenin tek yönetim altında birleştiğini içeriye ve dışarıya
göstermek.
Kuzeyden gelen Türk saldırılarına karşı ülkeyi savunmak
için.
Qin Shi Huang M.Ö. 221 yılında daha önceki krallıkların
yaptırdığı duvarları birleştirerek uzattı. M.Ö. 3. yüzyıldan M.S. 17. yüzyıla
kadar Çinliler seddi uzatmaya devam etmişlerdir. Seddi onaran ve savunma amaçlı
kullanan son hanedan Ming Hanedanı (1368-1644) olmuştur.
Seddin yıkılmış olan kısımlarıyla birlikte uzunluğu 120 km
bulur. Bugün ayakta duran kısım Ming Hanedanı devrinden kalan 2.500
kilometrelik settir. Ancak asıl inşaat, M. Ö. 221 ile M. S. 608 yılları
arasında yapılmıştır.
Seddin kalınlık ve yüksekliği yer yer değişir. Sanılanın
aksine Çin seddinin tamamı tuğlalardan oluşmaz. Bazı yerleri çok zayıf,
kuvvetsiz maddelerden yapılmıştır ve bu duvarlar çok kısadır.[kaynak
belirtilmeli] Bu zayıf duvarların amacı devleti saldırılardan korumak değil
kaçak düşmanı yavaşlatmaktır.[kaynak belirtilmeli] Genellikle duvarın
yüksekliği 4-6 metre, taban kalınlığı 7 metre ve üst kalınlığı ise 6 metre
civarındadır. Kalın olan yerlerin üzerinde atlar ve arabalar gidebilmektedir.
Kalın duvarlar boyunca siperlik ve okçu delikleri vardır. 200 metrede bir
gözetleme kulesi veya kale ve 9 kilometrede bir fener kulesi bulunur. Duvar
üzerinde yer yer saray ve tapınaklara da rastlanır. Bazı yerlerde setler,
kademeli savunmaya olanak verecek şekilde birkaç sıra halinde yapılmıştır.
Bu
tarihî yapı, 7 Temmuz 2007 tarihinde, Dünyanın Yeni Yedi Harikası'ndan biri olarak seçilmiştir. Kuruluş tarihi:221
23 Mayıs 2013 Perşembe
Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı
Çin Kaynaklarına
Göre Göç Destanı:
Uygur Ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.
Hulin Dağlarında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izledi. Kutsal bir ışıktı. Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının üstünde kaldığı süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu!
Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden beş küçük çadır, beş küçük odacık görünümünde ortaya çıktı. Her odacığın içinde bîr çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin'di, ondan sonrakinin adı Kutur Tiğin, üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Buğu Han en büyükleri idi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin'in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Buğu Hanı tahta oturttular
Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş.Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış.
Hakan oğlu, Gah Tekin'e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien'i almağı uygun görmüş.
Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun Dağının çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.
Bir gün Çin Elçisi, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:
- Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.
Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien'e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı.
Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine taşıdılar.
Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki Onun ölümüyle ülke felâketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası, Türkelinin felâketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiriardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu.
Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:
- Göç!. Göç!, diye çığrışmağa başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu.
Yürekler dayanmazdı.
Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
Uygur Ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.
Hulin Dağlarında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izledi. Kutsal bir ışıktı. Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının üstünde kaldığı süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu!
Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden beş küçük çadır, beş küçük odacık görünümünde ortaya çıktı. Her odacığın içinde bîr çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin'di, ondan sonrakinin adı Kutur Tiğin, üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Buğu Han en büyükleri idi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin'in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Buğu Hanı tahta oturttular
Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş.Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış.
Hakan oğlu, Gah Tekin'e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien'i almağı uygun görmüş.
Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun Dağının çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.
Bir gün Çin Elçisi, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:
- Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.
Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien'e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı.
Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine taşıdılar.
Olan o zaman oldu işte. Türkelinin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki Onun ölümüyle ülke felâketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası, Türkelinin felâketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiriardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu.
Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:
- Göç!. Göç!, diye çığrışmağa başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu.
Yürekler dayanmazdı.
Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)